23 Nisan 2013 Salı

Sean Penn - Into the wild - Özgürlük yolu

Film yazısı serime hız kesmeden devam ediyorum. Sıradaki seçtiğim film, gerçek bir hayat hikayesinde ilham alınarak, 2007 yılında gösterime giren Özgürlük Yolu (Orjinal adıyla Into The Wild)

Sanırım biraz geriden geliyorum ama kitapların ve filmlerin asla eskimeyen bilgiler barındırdığına inanan biri olarak bunu şu anda pek umursamıyorum.

Filmi izlediğinizde anlayacaksınız ki aşağıda gördüğünüz adam, olayın asıl, gerçek kahramanı. Christopher Johnson McCandless.



Peki kimdir bu adam? Kendisine Süperberduş diyen McCandless (Filmde Emile Hirsch canlandırıyor.) ailesinin ondan beklediği tüm dünyevi beklentileri yerine getirdikten hemen sonra bu sürekli zorunluluk haline katlanamayacağını düşünerek kendini doğaya atıyor. Bir nevi hippi gibi oradan oraya savruluyor, seyahat ediyor, yeni insanlar tanıyıp, yeni anılar biriktiriyor.

Bu noktada sanırım hepimiz benziyoruz. Bana da çoğu zaman içinde bulunduğumuz bu sistemin çok saçma olduğu fikri geliyor ama gidiyor sonra. :):) Bizi bu benzerlikte McCandless'dan ayıran durum ise; onun, çok cesurca bir davranışta bulunarak (hatta en cesur davranış da diyebilirim) kendini doğaya atması. Süperberduşumuz gerçek mutluluğun doğada olduğuna inanıyor ve dünyevi her şeyi bir kenara bırakıp mutluluğun arayışına çıkıyor. Hayali Alaska'da doğayla baş başa yaşamak ki bunu da gerçeğe dönüştürüyor.

Süperberduş iyi bir okur olduğundan filmde yine şahane alıntı ve replikler var. McCandless'in sözünü de atasözü gibi fotoğrafın üzerine işledim hemen zaten.

Film Lord Byron'un şu dizeleriyle başlıyor;

“Mutluluk uçsuz bucaksız ormanlardadır,
bomboş sahillerdeki coşkudadır.
İnsan elinin değmediği bir yerdedir,
denizin diplerinde ve gürlemesindedir.
İnsanı daha az sevmem ama doğayı ondan çok severim…”


Filmde şahane alıntılar olduğundan söz etmiştim. İşte onlardan birisi;

En sevdiğim replik ise, kendi hayatımdan da tecrübelediğim;

Eğer yaşama sevincinin insan ilişkilerinden kaynaklandığını düşünüyorsan yanılıyorsun.




Son olarak filmle ilgili yapmam gereken bir yorum daha var. Filmin müziklerini gerçekten şahane, tek tek hepsi açıp dinlenesi olmuş. Eddie Vedder'dan geliyor; Society.


Toplum, sen çılgın bi türsün.
Yapayalnız değil ama bensiz olmanı ümit ederim.

Blog sayfamla paralel yönettiğim Kafa Defteri sayfasını facebookta açtım, meraklısı buyursun gelsin efenim. Sevgiler.

22 Nisan 2013 Pazartesi

Cristopher Nolan - Memento - Akıl Defteri

Blogu ilk açtığımda kafamda beğendiğim filmleri de yazmak vardı ama kısmet bugüneymiş.

İnsanı düşündüren, kafasını karıştıran, son dakikasına kadar meraktan öldüren bir film. 2000 yılında gösterime giren Akıl Defteri orijinal adıyla Memento.

Konuyu genel olarak özetlersek, karısının ölümünden sonra bir tür hafıza kaybı hastalığına yakalanan Lenonard Shelby'nin bir yandan bu hastalıkla mücadele ederken, diğer bir yandan da karısının intikamını almaya çalışması anlatılıyor.


Hafıza üzerine kurulan filmlerin ayrı bir çekiciliği de olmuyor değil aslında. Hep yeni bir malzeme, geçmişten hatırlamadığınız ya da belli bir düzen içine koyduğunuz olaylar karşınıza çıkabiliyor. Düşünsenize, bir anda hafızanızı yitirdiğinizi? Bu da senariste bolca malzeme ve keyifli bir konu imkanı sağlıyor. Hafıza hastalıkları da kendi içinde farklılık gösterdiğinden geniş bir yelpaze var senaristin elinde ve o da amnezi'yi seçiyor.

Amnezi'yi kısaca açıklayacak olursak; rahatsızlığın başladığı ana kadar olan her şeyi hatırlama yönünde sıkıntı yok fakat rahatsızlıktan sonraki günlerde gün içerisinde sürekli olarak hafıza kaybın kendini yeniliyor. Geçmiş sağlam bir şekilde yerinde duruyor ama hasta yeni anılar oluşturamıyor, diğer bir deyişle oluşturduğu bu anları 24 saat içerisinde unutuyor. Ve böyle bir hafıza kaybı olduğunda hiç umulmadık bir anda bellek sıfırlanıyor  "buraya nasıl geldim lan ben" "neredeyim" "napıyorum" gibi bi durumla karşılaşıyoruz.

Buna örnek olarak bir sahnede bir kovalamaca sırasında hafıza kaybı oluyor, bir yandan koşmaya devam ederken diğer bir yandan Shelby kendine soruyor. Ne yapıyorum ben? Bir adam görüyor ve o efsane replikler ortaya çıkıyor. "Ben bu adamı kovalıyorum." Adama doğru koşmaya başlayınca adam ateş ediyor ve Shelby ekliyor. "Hayır, o beni kovalıyor."



Filmin kurgusuna zaten söyleyecek bir sözüm yok, filmi bitirdiğimde bile düşünmeyi sürdürdüm çünkü, jeton çok sonradan düştü. :):) Zaten yönetmen Christopher Nolan, hafıza konusuna ilgili bir yönetmen, bu filmi çektikten 10 yıl sonra, 2010 da yine müthiş bir hafıza filmi olan Inception (Başlangıç) filmini çekiyor.

Bana bu film hakkında yazmalıyım dedirten şey ise, filmin başrol oyuncusu Leonard Shelby (Gerçek adıyla Guy Pearce) nin karısının eşyalarını yakarken söylediği o efsane replik; "Seni unutmam gerektiğini hatırlayamıyorum."

Shelby'den ek olarak;

-"Kendimize kim olduğumuzu hatırlatmak için hepimizin aynalara gereksinimi var"

-"Gözlerinizi kapattığınız zaman dünya yok olmuyor, öyle değil mi?

-"Bir şeyleri hatırlamıyor olmam yaptıklarımı anlamsız kılmaz."

-"Hareketlerimin bir anlamı olduğuna inanmak zorundayım."





16 Nisan 2013 Salı

Farklı bir bakış açısı


Kafaları kurcalayan ama kimsenin de asıl cevabı alamadığı bilmeceler var. Öyle çok cevapsız soru var ki.. Sanmayın ben bu bilmeceleri çözebildim. Sadece tanrı, dünya ve düzen üzerine bi kaç bişi söyleyeceğim.

Örneğin din, seçiyor ve inanıyorsun aslında ilk aşamada basit görünüyor, seçiyor derken yanlış anlaşılmasın pazardan karpuz seçmiyorsunuz sonuçta, her insanın aklı, mantığı var, hangisine uyuyorsa onu seçiyorsun. Hatta bazen sen küçük bir çocukken senin yerine seçilmiş bile oluyor bu. Ne kötü neden inandığını bilmemek, bilememek. Sonra belli bir düzenin içinde ilerlemeye başlıyorsun. Bu öyle bir düzen ki gün geçtikçe seni kelepçeliyor aslında sen farkında olmadan. Tıpkı bir tren gibi, bir trenin vagonu olduğunuzu varsayın. Vagonlardan herhangi biri bozulsa ya da herhangi bir hasara uğrasa değişen ne olur ki? Tren yine de ilerlemeye devam eder elbette. Peki durabilir misin? Elbette belki de bu mümkündür. Bukowski der ki; "Kumar oynamazsan asla kazanamazsın." Bu tam manasıyla bir kumardır çünkü.

Peki ya tanrı? Her dinde farklı bir adı var aslında ama bahsettiğimiz olgu aynı. Bazen onun hakkında da çeşitli düşüncelere düşmüyor muyuz hepimiz? Hatta bazen belki de tanrı sadece sıkılmıştır diyorum ve sıkıldığı için bi oyun arayışına girmiştir. İnsanların satranç'ı bulması gibi. Dahiyane hamleler barındıran bir oyun ve herkes iyi oynayamıyor. Tahtamız dünya oluyor haliyle, piyonlarsa biz.

Dünyada zamanın başından beri var olan bir düzen yoktu, unutmayın ki tüm bilgiler ve kurallar insanlar tarafından kondu ve yine insanlar tarafından yıkılacaklar. Bir an durup düşününce ölüm olmasa hayatın da bir değeri olmadığını anlıyor insan. Sahip olmak istediğimiz maddi her şey aslında bizi modern bir köle haline getiriyor. Şimdi şöyle bir soru çıkıyor ortaya; Asıl yaşamak istediğimiz hayatı mı yaşıyoruz? Evet diyen cesur arkadaşları kutluyorum lakin benim asıl yaşamak istediğim hayatın halihazırda yaşadığım hayatla hiçbir alakası yok(bunu bencillik olarak algılamayın), eğer böyle düşünürseniz, sonunda maddi başarıların hakikaten beyhude olduğunu acı ve pişmanlıkla anlayacaksınız. Ama dönüp dolaşıp yine gelecek kaygılarıyla aynı sürüncemenin içine kuzu gibi döneceksiniz.

Selam olsun!

5 Nisan 2013 Cuma

Sayıklamalarım

Garip.

Hayat seçimlerimizin getirdiği sonuçlardan ibaret, aslında bu kadar da basit.

Ama yine de.

Hiç bişey düşündüğün gibi değil.

Hepsi bu.

Son zamanlarda radyo dinlemek mükemmel bir alışkanlığım haline geldi. Onun meyvesidir bu şarkı ki klibi de vaow dedirtti. Elimin altında bulunsun diye şeettim. Sevgiler.

Eklentiler;
EZİLDİM!