28 Mayıs 2013 Salı

Polis - Onur Ünlü

Film yazılarıma devam ediyorum, bu kez ele aldığım film bir Türk filmi. Polis.

Yönetmen son zamanlarda yıldızı epey parlayan bir isim, şair yönüyle Muhsin, yazar yönüyle Onur olarak ünlü. Onur Ünlü. (talihsiz bir espri yapma girişimiydi kabul ediyorum.)

Başrol ise normalde zaten hayran olduğum, bu filmdeki oyunculuğuyla yine kendisini ayrı sevdiren Haluk Bilginer. "Seni seviyorum de leaan" deyişi var ki gerçekten süper:). Filmin sloganı ise "şiddete meyyalim vallahi dertten." imiş. ki bu dize de Murat Menteş'e ait bir şiirden alınmış. "hakkımda yanılttılar milleti cidden" şeklinde şeddeli biçimde devam eden şiiri şahsen bu 2 dize dışında pek beğenmedim, neysem.


Film hakkında aman böyle felsefe yapmışlar, aman şöyle sözler var falan demeyeceğim maalesef. Çünkü bana bu yazıyı yazdıran sadece bir sahne, filmde ayırdığım bir kesit. Haliyle bu filmden sağlam replik çıkmasını beklemiyorum, Polisiye filmi ve fazlasıyla da sürükleyici.

Gelelim sahnemize. Filmde Haluk Bilginer, Musa Rami adlı emektar bir polis rolünde. Korkusuz, tecrübeli, yiğit bi adam. Adalet uğruna başına işler alıyor, ailesi tehlikede, evli olmasına rağmen genç bir kıza aşık oluyor falan filan neyse. Tüm bunların ortasında beynindeki bi ur sebebiyle 2 ay ömrü kaldığını öğreniyor.

Daha sonrasında filmdeki kurgu gereği torunuyla sahilde ufak bir gezintiye çıkıyorlar. Tam bu sırada olan olaya dikkat çekmek istiyorum. Torunu biyerlerden balık bulup getiriyor, "Dede bak balııık" diyor ve sanırım balık da elinde çırpınıyor kızcağızın.

Filmi izlerken istemsizce gülümsedim burada. Karakterimiz 2 ay ömrü kaldığını öğrendi ve hemen ardından ölmek üzere olan bir balıkla karşı karşıya. Değişen bir bakış açısı. Elbette Onur Ünlü'nün eseri bu durum. Haluk Bilginer'se büyük oyuncu gerçekten. Balığa şöyle bir anlayışla bakıyor ve "hadi onu denize atalım da annesinin yanına gitsin" diyor. Durumu da kurtaracak haliyle torununa hissettirmeden. Küçük kız balığı denize atıyor atmasına ama iş işten geçmiş, balık ölmüş. Bunda da ince bir mesaj var, basit ama fazla düşündürücü sahneler bunlar.

Balık yüzmeyince torun yeni bir tane almak için uzaklaşıyor. En başta Musa Rami'nin başının belada olduğunu belirtmiştim. Bu sahnede de bir dallama gelip polisimizi tehdit ediyor, Musa Rami dövmeye başlıyor bu adamı ama bu sahneler işi tadında bırakarak atlanıyor.

Bir sonraki sahnede torun ve Polis'i arabada evlerine doğru giderken görüyoruz. Sözü o sahnelere bırakıyorum;
-"Dedeciğim, adam da annesinin yanına mı gitti?
-"Hangi adam kızım?"
-"Hani denize attık ya"
-"Hııı, o adam. O anasının şeyine gitti kızım."
-"Neyine"
-"Anasının yanına gitti o, yanına. Deniz anasıymış onun anası."

21 Mayıs 2013 Salı

Anlaşılamamaktayım.

En büyük sorunum sorunumun ne olduğunu bilememek. Kendime ait ne varsa elimde ruhani yönden, bilmiyorum ya da kendime açıklayamıyorum. Yani duygularımı iyi anlatamamamdan ötürü mü kaynaklanıyor bütün bunlar? Biliyorum da ne olduğunu dile mi getiremiyorum gibi sanki..

Kesik kesik nefes alışlarıma ekleniyor boş bakışlarım. Nereye gidiyorum?

Kafam sanki sonsuzluğa açılmış bir bardak, doldukça da doluyor zihnim. Okuduklarıma, gördüklerime, karşıma çıkan her şeye bir anlam yüklüyorum. "Hiçbir şey öylesine olmamalı"

Geçen hafta aslında, ne yazacağımı bilmeden bir sayfa açıp bu başlığı atmıştım.

"Anlaşılamamaktayım."

Daha sonra, o anlaşılamamanın etkisinden olacak, tek bir yazı bile yazamadım bu başlığın altına. Nothing. Anlaşılamamak hiçlik değil miydi zaten? Olsun dedim.

Birkaç gün geçti ve kuantum felsefesiyle ilgili bir kitap geçti elime. Okudum demiyorum ilk aşamada karıştırdım diyebilirim. Kitap diyordu ki, yaşadığınız an'a odaklanın. Evren size mesaj gönderiyor ve siz bunu görmüyorsunuz. Gözlerinizi açın. Geçmiş ve geleceğe öyle takılıyorsunuz ki içinde bulunduğunuz güzelim zamanı yitiriveriyorsunuz. Hayatınıza iyi ve ya kötü enerjiyi siz çekiyorsunuz falan vesaire.

Sanırım haklıydı. Ben bunları okuyordum ama aklımda baskın olan düşünce "hadi ulan oradan" şeklindeydi.

Kitabı elimden bıraktım ve bu tür düşünceleri zaman kaybı olarak nitelendirdim. Bişileri okuma isteğim baskın geliyordu ki bu kez -nedendir bilinmez- ünlü yazar Goethe'nin Genç Werther'in Acıları adlı kitabını okumaya başladım. Kuantum konusunda henüz yeterli bilgi sahibi olmasam da Goethe'nin bu kitabı hakkında kesinlikle bişiler yazacağım.

Şimdi diyeceksiniz ki eee ne var yani bunda şimdi? Ne çektin be okur!

10. sayfada Goethe bi ton açıklama yazmasına rağmen bir paragrafın sonuna şöyle yazıyor; "Şöyle ki anlaşılmamak birçok kişinin olduğu kadar, benim de yazgımdır."

Hoppalaa! Haliyle o anda 30 saniyelik bir kalp krizi geçirdim, epey şaşırdım doğrusu. Evren bana fena halde kızmış olmalı diye düşünerek de gülümsedim hatta.

Daha sonra Mevlana'nın kendisine suskun manasına gelen "hamuş" mahlasını taktığını hatırladım. Yahu dedim kendi kendime, bu adamlar bile anlaşılamamış sen neyin kafasındasın kardeşim benim. -Yanlış anlaşılma derdi var bir de ayrıca- Goethe ki sanatın ve felsefenin neredeyse her dalında 150'yi aşkın eseri olan bir adam. Anlaşılamamaktayım diyor. E biz ne yapacağız? Bizi kim anlayacak?

Hala içimden goethe mi geldik lan yoksa demek gelse de, bu aralar en büyük hayal kırıklığım anca ismiyle dalga geçtiğim Goethe'yi neden daha önce elime alıp da okumadığımdır.

Bakalım daha ne gibi mesajlar alacağım? Bu zamana kadar evrenin gönderdiği mesajların farkına varamadığıma göre, gelen kutusu epey kabarmış olmalı. :)